Makaleler Makale ve Araştırmalar Makaleler Yönetim Düzenleriyle Sanat Yapıtı Arasındaki İlişki
Makale Başlığı: Yönetim Düzenleriyle Sanat Yapıtı Arasındaki İlişki

Yönetim Düzenleriyle Sanat Yapıtı Arasındaki İlişki

Yazar: Adnan Turani • Eklenme Tarihi: 22.01.2010 • Görüntüleme: 4.307

Özet:
İnsanlığın prehistoryadan bu yana meydana getirdiği topluluklarla, bıraktığı yapıtları inceleyen çalışmalar yapılmıştır. Burada ise, belirli yönetim düzenleri içinde yaratılan yapıtların sınıflandırılmasıyla ortaya çıkan yasa geçerliliğinde kimi esasların, ele alman konunun açıklığa kavuşturulmasında büyük payı olduğu gözlemlenmiştir.

Kelimeler:
Yönetim, Düzenleriyle, Sanat, Yapıtı, Arasındaki, İlişki

İnsanlığın prehistoryadan bu yana meydana getirdiği topluluklarla, bıraktığı yapıtları inceleyen çalışmalar yapılmıştır. Burada ise, belirli yönetim düzenleri içinde yaratılan yapıtların sınıflandırılmasıyla ortaya çıkan yasa geçerliliğinde kimi esasların, ele alman konunun açıklığa kavuşturulmasında büyük payı olduğu gözlemlenmiştir.

Neolitik kültürlerin başına değin, yeryüzünde devlet kurmuş toplumların görülmediği, sosyolojik ve arkeolojik çalışmalardan anlaşılmaktadır. Devlet kuramamış toplumlarda yazının bilinmediği; askerlik kurumlarının düşünülmediği, anıtsal mimarinin yani plana dayanan, ölçü kavramlarından yararlanılmış bir yapı sanatının henüz yeryüzünde görülmediği saptanmaktadır. Ayrıca kentlerin kurulmadığı, mesleklerin doğmadığı da bugünkü bilgilerimiz arasındadır. Bunun yanında, belli bir yüzey sınırı içinde düzenlenmiş resim kompozisyonunun da olmadığı, arkeoloji ve sanat tarihinin bize sağladığı veriler arasında bulunmaktadır. 

Buradan, devlet kuramamış toplumların ve sanatlarının, devlet kurmuş toplumlardan ve sanatlarından ayrıldığını anlamaktayız. Bu bakımdan devlet kuramamış toplumların sanatlarını, onların toplumsal yapılarının gereği olarak kabul etmek gerekir. Demek ki, meslekleşmenin olmadığı prehistorik dönem-deki yapıtların kompozisyon fikri olmadan çizilip boyanması ve biçimlendirilmesi, devlet düzeninin olmaması ile ilişkilidir, Mimarinin de kulübe anlayışından ileri gitmemesi ve ömürsüz doğa malzemeleri ile yapılması da aynı nedene bağlıdır. Belli bir toprak sahibi olmayan yarı göçebe topluluklar, ancak ilkel köyler halinde yaşantılarını sürdürmekteydiler. Kabilenin şefi olan kişi, henüz saraya sahip olmadığı gibi, onun mezarı da henüz önem kazanmamıştı. Bu yüzdendir ki, devletin yeryüzünde görünmesine değin yaşamış insan topluluklarının yapıları arasında ne saray, ne anıtsal bir mezar, ne de tapmak yer almaktadır. 

Oysa tarihte, Nil'in, Dicle ile Fırat'ın, Sarı ile Beyaz nehirlerin, Pencap ve Ganj boylarının tarım alanları haline geldiği İ.Ö. 5000 yıllarından bu yana, bu bölgelerde küçük kentlerin ve kent devletçiklerinin kurulduğunu görüyoruz. Toprağa yerleşerek tarım yapan o devir insan topluluklarının, tarımın gereği ola-rak işledikleri yerleri terk etmediklerini, buraları korumak için askerlik düzeni kurduklarını, kentlerin etrafını kalın duvarlarla çevirdiklerini, yöneticilerine layık yapılar yaptıklarını saptıyoruz. 

Devletin mutlak sahibi olan kişilerce yönetilen bu ilk toplumlarda, yazının keşfedildiği, mimarinin ölçü ve plana dayatıldığı, keramik sanatlarının yaratıldığı, soyut bir değiş tokuş biriminin bulunduğu, ticaretin başladığı görülmektedir. Devlet kuramamış dönemlerdeki toplumların sahip olamadıkları sanattaki kompozisyon düşüncesi de, yukarıda denildiği gibi, ilk kez bu dönemde yapılan resimlerde gözlemlenmektedir. 

Kent ve devlet düzeni, yazı ve anıtsal mimari, ölçü ve taş işleme yöntemleri, meslekleşme ve sanattaki kompozisyon anlayışı, Ortataş Çağı'nda görülmeyen buluş, düşünce ve uygulamalar olarak ilk kez bu neolitik dönemde karşımıza çıkmaktadır. Bu bakımdan burada, kentle birlikte görülen devlet düşüncesini, yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul etme durumu, özellikle önem kazanmaktadır. 

Görülen bu ilk devlet yönetimi, kuşkusuz monarşiktir. Bu monarşik yönetimli devlet anlayışı, devlet olmayan süre gibi binlerce yıl ömrünü sürdürmüştür. Aşağı yukarı İ.Ö. 5000 yıllarında, devlete sahip kentlerin doğmaya başladığı kabul edilmektedir.
 
Buna göre: 
a) Devlet kuramamış toplumlar dönemi
b) Monarşik yönetimli toplumlar dönemi
diye iki zaman dilimi karşımıza çıkmaktadır. Bu ikinci dönemde monarşik bir yönetici olan kralın egemenliği mutlaktır. İster tanrı-kral olsun, ister dünyevi otoritesini sürdüren kral ya da başka ad taşıyan mutlak yönetici olsun, o her türlü hukuku temsil eden ve dağıtan kişidir. Her ne kadar tarihte İ.S. 1800'lere değin bir Yunan demokrasisinden, bir Roma Cumhuriyetinden söz ediliyorsa da, böyle 2/3'si ya da 4/5'ünün köle olduğu halkların devlet yönetimlerinin bugünkü demokratik-parlamenter yönetim ve hukuk anlayışı ile ilgili olduklarını kabul etmek olası değildir. Kısacası biz Fransız ve Amerikan devrimlerine gelinceye değin, tarihte çağımızın anladığı anlamda demokratik-parlamenter bir devlet yönetimi görmüyoruz. Bunun için burada, İ.Ö. 5000 yıllarından İ.S. 1800 tarihlerine değin geçen süreyi "monarşik yönetimli toplumlar dönemi" olarak sınıflandırmada yarar görülmüştür. 

Monarşik yönetimli toplumlar, anıtsal mezarı, tapmağı, kiliseyi ya da camii mimarlık sanatının görevi olarak kabul etmişler ve sarayı, geleneğiyle birlikte 1800 tarihlerine değin sürdürmüşlerdir. 

Sanat tarihi ve arkeoloji, eski Mısır'dan Çin'e, Hint'ten Azteklere, eski Yunan'dan Yeniçağ Avrupası'na değin monarşik yönetimlerin egemen olduğu 7000 yıllık döneme, sanatın tanrı-kral ve kral için hizmet ettiğini gösteren örneklerini sıralamıştır. Monarşik yönetimli toplumlarda sanatçı, yöneticilerin, din damlarının emrinde ve onların kabul edebileceği bir görüş ve anlayış sınırı içinde hareket etmiştir. 

Bu hususu açıklayan yapıtlar, Çin'den Hint'e, Japonya'dan Asya'ya, Eski Mısır'dan Eski Orta Amerika sanatlarına değin pişmeden devam eder. Bütün Akdeniz uygarlıklarından XIX. 

Avrupa sanatına doğru uzanan dönemde, aynı anlayışta ve belli bir bakış açısından yapılan yapıtlar sıralanır. Çin'in pagotları ve heykelleri; Hint'in ştupaları, heykelleri ve resimleri; Yunan ve Roma tapmakları; Türk, Pers ve Avrupa devletlerinin saray, dini yapı, resim ve heykel sanatları, hep dine dayalı bir monarşik yönetimin ve onun kurumlarının buyruğunda kalmışlardır. 

Monarşik devlet yönetiminde resim ve heykel sanatlarının ortak konusu; doğa, insan ve alegorik figürlerdir. Bu konular, devlet kuramamış dönemlerde de aynı idi. Doğa biçimi idealize de edilse, yapısal kuruluşta da tasvir edilse, sonuç olarak doğayı gösterirler ya da işaret ederler. Yani doğa biçimleri, tanınabilir kimliklerini korurlar. Bu husus, yeryüzündeki tüm monarşik yönetimli toplumların bütün sanatlarında ortaktır ve değişmez, daha doğrusu değişemiyor. Bu bakımdan, devlete sahip olmayan toplumlardan bu yana, monarşik yönetimli toplumlar süresince, doğaya bağlı biçim yorumlarının bütün çeşitliliğine ve değişikliğine rağmen, sanatçı hayallerinin tümü, hep doğa biçimi-nin çevresinde toplanmaktadır. 

Hiç kuşkusuz bu durumda, süsleme motiflerinin geçmişteki soyut kompozisyonları da akla gelmektedir. Ancak burada, süsleme işlerinin anlatım bakımından plastik sanatların kapsamı içinde olmadığına kısaca işaret etmek yerinde görülmüştür. 

Mimarlıkta da türbe-mezar, tapınak, kale ve saray gibi yapılar, ömürlerini Demokratik-Parlamenter Dönem'e değin sürdürüyorlar. Demek ki, monarşik yönetimli toplumların sanat yapıtında belirli bir hayal, bir görüş, bir gözlem sınırı olduğu gerçeği beliriyor. İşte bu görüş, bu hayal etme sınırının, 1800 ta-rihlerinden bu yana kalkmaya ve monarşik yönetim kalıbının yeryüzünün hemen her tarafında kırılmaya başladığına tanık olunuyor. 1800'lerden 1900'lere değin geçen süre içinde, krallıkların yerlerini, gittikçe artan bir hızla, demokratik-parlamenter yönetimli devlet düzenine terk ettikleri gözlemleniyor. Bu yeni yönetim biçimine paralel olarak, yeryüzündeki saray, tapınak, anıtsal mezar ve kale mimarilerinin, kısacası monarşik yönetimlerde görülen tüm mimarlık türlerinin terk edildiklerine tanık olunuyor. Üstelik monarşik dönemlerin bütün kurumları ve yasaları da terk ediliyor. 

Demek ki, monarşik yönetimli toplum düzeni artık çözülmektedir ve yeni bir dönem başlamaktadır. Dolayısıyla bu yeni dönem anlayışı toplum yaşamının bütün kurumlarını değiştirmektedir. Bu bakımdan, insanlığın yaşam tarzını değiştiren üçüncü bir dönemin başladığı anlaşılmaktadır. Ve çağımız bu dönemi, "Demokratik-Parlamenter Yönetim Dönemi" diye adlandırıyor. 

Yukarıda yapılan açıklamaya göre, insanlığın geçmişi boyunca, plastik sanatlarda kökten değişiklik gösteren :
a) Devlet kuramamış toplumlar dönemi,
b) Monarşik yönetimli toplumlar dönemi,
c) Demokratik-parlamenter yönetimli toplumlar dönemi, 
diye üç temel ana yönetim düzeninin oluştuğunu görüyoruz. 

İlk iki dönemin resim ve heykel sanatlarında doğa ve insan biçimleri, ortak bir konu olarak, dünyanın tüm yüzeyinde devam ediyor. Oysa son demokratik-parlamenter yönetimli toplumlarda, ortak doğa biçiminin geçerliğini yitirdiği gözlemleniyor. Monarşik yönetimli dönemlerin geniş aile tipi, askerliği, eğitim tarzı, ekonomisi, nakil araçları, haberleşme olanakları kökten değişiyor. Daha önce akla bile gelmeyen kişi özgürlükleri, hukuk bakımından teminat altına alınıyor. Monarşik yöneticinin, her türlü hukuku dağıtan otoritesi kaldırılıyor. Yurt içi ve yurt dışı haberleşme olanakları, alelade kişiye değin sağlanıyor. Monarşik dönemde yalnız saray, soylular ve kilise ilgililerine ait olan okuma-yazma eğitiminin bu kez tüm toplum bireylerine sağlanması devletin görevi oluyor. Kitaplıklar halka açılıyor. Kişinin can ve mal emniyeti yasa ile teminat altına alınıyor. Halkın, yaşamını tehlikeye sokmadan seyahat etmesini sağlamak devletin görevleri arasına giriyor. 

Monarşik dönemlerde gözlemlenen astronomi, matematik felsefe alanları dışında yeni bilim dalları ortaya çıkıyor.
Demokratik-parlamenter dönemin daha başlangıcında çoğalmaya başlayan bilim dalları sayısını monarşik dönemdekilerle karşılaştırmak olası değildir. Çağımızda ise bilim, eskiye oranla sonsuza yönelmiş gibidir. Ayrıca demokratik-parlamenter dönemin daha başlangıcında, çeşitli halkları bünyesinde barındıran devletler yerine milli devletler ortaya çıkıyor. Bu milli devlet anlayışı, bütün dünya yüzünde benimsenen ortak bir görüş oluyor ve yayılıyor. Buluşlar ve keşifler, monarşik yönetimler dönemine oranla, akla hayale gelmez ölçülere ulaşıyor. Kentlerin nüfusu da bundan öncekileri minyatür ölçülerde bırakıyor. El sanatlarına dayanan üretim yerini makine üretimine terk ediyor. 

İnsanlığın başından bu yana oluşan bu üç yönetimde iş görmüş bütün kurumlar, dönem dönem ayrılır ve karşılaştırılırsa, toplumların itibar ettikleri değerlerin, yaşayış biçimlerinin ve sanatlarının, hiçbir zaman birbirlerinin aynı kalmadığı gözlemlenir. Örneğin monarşik yönetim dönemlerinde yapılan ve sevilen saraylar, kaleler, köprüler, okullar ve tapınaklar, demokra-tik-parlamenter dönemde fonksiyonlarını yitiriyorlar. Buradan da yapıların her dönemde temel işlevlerini devam ettiremedikleri anlaşılıyor. Bakıyorsunuz, eski saraylar otel, eğlence yeri, kumarhane, turistik yerler olmuş. Eski kaleler festivallerin yapıldığı egzotik bir atmosfer dekoru görevini üstleniyor. Bu ger-çek, çağımızda sık sık gözlemlenebilen bir olaydır. 

Demek ki, her yönetim dönemi, kendine uygun yapıtları ve değerleri getiriyor. Monarşik dönemin tarım ekonomisi bil yerini endüstriyel ekonomiye bırakıyor. Eski çağların altın p anlayışı ise, mal karşılığı basılmış para ekonomisi ile yer değiştiriyor. Eski ekonomilerde ısrar eden ülkeler fakirleşiyor ve üstelik çağdaş devlet olma gücünü yitiriyor. Bilimsel çalışmalara dayanan bir endüstri toplumu, yeni yönetim döneminin biçimine ve koşullarına uyarak biçimleniyor. 

İşte bu demokratik-parlamenter yönetimle ilgili yeni dünya, kendi bünyesine uygun yeni bir sanata ihtiyaç duymayacak mıydı? Monarşik yönetim döneminin yarattığı ortam artık olmadığına göre meydana gelmiş olan yeni ortam sanatçısından başka bir sanat, başka bir dünya biçimini istemeyecek miydi? 

Bu açıklamadan şu sonuç çıkmaktadır: Yönetimler, kendi bünyelerine uygun bir sanata gereksinim duymaktadırlar. Bu nedenle demokratik-parlamenter yönetimin de kendi yapısına uygun bir sanat getireceği açıktır. 


Kaynak:
Çağdaş Sanat Felsefesi - 7. Basım - Remzi Kitabevi (Sayfa: 17-23)